Her şey birdenbire olmadı ama öyle görünüyor. Biz bir şeylere yavaş yavaş gülerken, birileri de yeni dünyayı inşa edecek kazıkları çakmaya çoktan başlamıştı. Dilan Polat bu görünürlüğü kendi kendine mi yaptı? Nasıl oldu? Gelin anlatalım…
Günlerdir Dilan Polat’ı ve kaynağı merak edilen parasını gözümüze sokmasını konuşuyoruz. Daha doğrusu konuşuyorduk, iş şimdi çok daha ciddi bir boyuta geldi. Dilan Polat’ın kazancını, vergisini, parasını bir kenara bırakıp bizim nasıl bunlara nasıl bir süreçte maruz kaldığımızı konuşalım biraz da…
Sahip olunan parayı gösterme takıntısı bizim hayatımızda alışık olduğumuz bir şey değil malumunuz. Yerli malı haftasında utancından sınıfa Anamur muzu götüremeyen bir nesilden geliyoruz. Çünkü “senin evinde olabilir ama arkadaşının yoksa canı çeker, gösterip ayıp etme” düsturuyla büyüdük. Gayet de mantıklı gelmişti, büyürken de böyle büyüdük…
Tabii biz büyürken teknoloji de büyüdü, internet diye bi şeyin varlığıyla tanışmamız bazılarımız için ergenliğe tekabül eder. Ki bu internetin bir de “sosyal medya” diye bir kavram çıkarmasını ve toplumu domine etmesini herhalde hiçbirimiz tahmin edemezdik. Sosyal medya denilen şeyin ödül mü ceza mı olduğunu ben hala daha kestiremeyenlerdenim mesela…
Çok eskilere gitmeyelim hadi, daha yakın bi zamandan bahsedelim. Bundan 5-6 yıl önce “sunumcu yeni gelin” denilen bir insan grubuyla tanıştık. Bu yeni gelinler keki, böreği fiyonkla sarıp çayları, kahveleri Topkapı sarayını andıran gümüş kapaklı fincanlarla servis etmeye başladılar. Hepimiz çok güldük “ahahah yok artık ya şapşal mısınız” demişliğimiz de var.
Daha sonra “gold” denilen tarz ortaya çıktı. Bizim dümdüz “altın rengi” dediğimiz şeylere gelinler “gold tutkum var” diyordu. Evlerindeki koltuk kolçaklarından, çeyizlerindeki tabaklara kadar her şey altın rengi olmalıydı çünkü bu akımdan geri kalmak, kitleden dışlanmak anlamına gelecekti.
Zaten onların eşleri ya da eş adayları kısa pantolonları ve çorapsız ayakkabılarıyla lüks nargilecilerde “kaliteli zaman” geçirmeyi çoktan benimsemişti. Bu yüzden birbirini tamamlayan bir elmanın iki yarısı gibi olmuşlardı. Fakat bir şeyler daha eksikti. Acaba ne? Hemen söyleyeyim: İlgi ve şöhret
Bu kadar gösterişin sadece kendi aralarında kalması olmazdı, daha çok insan görmeliydi. Şatafata büyük önem veren Romanlar bile düğün yaparken sadece kendi mahallelerinde gösteriş yapmayı anlamlı buluyordu çünkü onları ilgilendiren karşı komşu, kocasının görümcesi, eltisinin ablası, dayısının abisiydi. Gerçi onlar da artık bununla sınırlı değiller ama onu sonra konuşuruz.
Sosyal medyada kendini göstermenin bir sürü yolu vardır. Yeteneğinizle, hobilerinizle ve hatta günümüzde yeteneksizliğinizle bile ilgi çekmeniz çok olası. Fakat şatafatla ilgi çekmek kimisine göre oldukça prestijli. Çünkü bu aynı zamanda bir statü göstergesi (!). Murat Övüç olanca yeteneksizliğine rağmen şarkıcı olabilirken bir yandan da Kapalı Çarşı’daki sevgilisinin hediye ettiği pırlanta yüzüğünü gözümüze sokuyorsa ve inanılmaz ünlü olduysa bir bildiği elbette olmalıydı. O zaman neden Büşra ve Esra sahip olduğu zenginliği göstermesindi?
Bu gösterişi tamamlayacak yeni bir akıma daha ihtiyaç vardı. Yeni gelinlerin sunum akımının arkasından gelen ikinci akımları da “kocacılık” oldu. Herkes çok özeldi ve böylesi özel kadınları sadece özel kocalar hak edebilirdi. O yüzden “canım kocam doğum günümü unutmamış” ya da “çabuk kocamın yıl dönümü sürprizine bakın” diye gösterilen yüzükler, bilezikler gözümüzün önünde uçuşmaya başladı. Bu kişiler artık sosyal medyada herhangi bir kullanıcı değil, ismiyle bilinen bir marka haline gelmeye başladı. Girişim başarılı olmuştu.
İşin ilginç yanı, bu insanların tanınır olmasını sağlayan sosyal medya kullanıcıları BİM’den kampanya kovalayan, evdeki bulgurun hesabını ve elindeki akıllı telefonu dış dünyayı tanıması için en büyük serveti olan garip gurebaydı. Bu insanlar belki de başka hayatları tanıyıp kendi gerçeklerinden sıyrılmak istiyordu, kim bilir?
Dilan Polat bu evrimin en olgunlaşmış yerinde ortaya çıkan bir figür. Bir iş insanı ya da marka sahibi olmasından öte bir sosyal medya fenomeni o. Çünkü kazandığı parayı ve şatafatlı hayatını, hazırlanmış bir zeminde onu takip edenlere hediye paketi gibi sunmayı gayet iyi bildi. Zenginlik, lüks hayat ve kocacılık kavramlarını o kadar iyi kullandı ki, gözümüze soktuğu paranın bizim aklımızın alamayacağı miktarlar olduğunu daha yeni fark ettik. Bu kadın kendi kendine “ben bir şey yapıyorum bana bir bakın” demedi. Kendi gerçekliğini kavrayamayan ve çok daha yüzeysel şeylere odaklanan kullanıcıların “ayağına taş değmesin ablam, severek takip ediyoruz” demesiyle yükseldi.
Geldiğimiz noktada Dilan Polat’ın vergi kaçırıp kaçırmadığını konuşuyoruz, konuşmalıyız da. Fakat kimse de tutup kimseye “yav biz buralara nasıl geldik? Noldu bize?” Demiyor çünkü düşünmek o kadar da ilgi çekici, parlak bir mevhum değil. Bugün Dilan Polat gitsin, yarın Kerimcan’ın pahalı çantasını konuşuyor oluruz. Hiç fark etmez.
Bize neler olduğunu umarım bir gün fark ederiz…